BANA BAK SİSTEM, GERÇEKLİK ALGIMI BOZUYORSUN

           Tek kelime konuşmadık daha. Onunlayken konuşmak zorunda hissetmemek ruhumu hafifletiyor. Biz oturalı yaklaşık 20 dakika oldu sanırım. Bilmiyorum belki de 40 dakika geçmiştir. Telefona sık sık bakmadığımda zaman kavramını yitiriyorum açıkçası. Saat kaç, kaç dakika geçti algılayamıyorum artık. Telefonun saatine bakmak da tedirgin ediyor beni. Dakikaların o kadar detaylı gösterilmesi yüreğimi telaşlandırıyor. Saatin 11.33 olmasıyla 11.37 olması arasında çok fark varmış gibi özellikle belirtilmesi garip hissettiriyor. Geçen 4 dakikanın nereye gittiğini sorgulamaya başlıyorum öyle zamanlarda. Ve ben sorgularken zaman daha da ivmeleniyor sanki. Engelleyemiyorum. Bir kaosa sürüklüyor bu durum içimi. Zamanı bu kadar dakikalar üzerinden görmek gerçekliği yitirmeme neden oluyor, kopuyorum.

Zaman konusu kafamı kurcalarken şık bir adam geçiyor yanımdan. Saçlarının hacminden ve parlaklığından anlaşıldığına göre duş alalı çok olmamış. Adam yanımdan geçtikten sonra buram buram bir parfüm kokusu yapışıyor burnuma. O yapay koku içimi kaldırıyor. Duş alamayıp, bunu bastırmak için parfüm sıkanları tenzih ederek düşünüyorum, insanlar neden bunu kendilerine yapıyorlar? Güzel bir duş aldıktan sonra neden parfüm sıkıyorlar? Bu yapaylık gerçekten canımı sıkıyor bir anda. Düzene sövüyorum. Nasıl bir şekilde işliyor ki içimize, sözde daha güzel kokmak için bir sürü para verip parfüm alabiliyoruz. Yoğun bir mükemmeliyetçilik hissi geçiyor o adamdan bana. Sanki dışarıya muhteşem görünerek içindeki bir şeyleri gizlemeye çalışıyor. Adamın harika görünme çabası altında kasılıyorum. Sürdüğü sandal ağacı ve tarçın karışımı koku dikkatimi dağıtıyor. Beynim öyle bir kokuyla insan kokusunu bağdaştıramıyor. Gerçeklikten iyice uzaklaşmaya başlıyorum. Aklıma 22 gün önce yemekhanede yediğim patates püresi geliyor bir anda. Etin yanına istediğim o patates püresini ağzıma attığımda bambaşka bir tatla karşılaşmıştım. Meğer görüntüsü aynı olmasına rağmen sakız gibi bir süre çiğnenmesi gereken, tadı patatese benzemeyen farklı bir yemek sipariş etmişim. İşte o ‘sözde’ patates püresini yerken beynim her çatalda karışmıştı. Görsel ile tat arasındaki uyumu kuramamıştı bir türlü. Olmamıştı. Aynı duyguları hissediyordum şu anda, karıştım. İnsanların vanilya, gül, karanfil gibi insan kokusu olmayan şeyler kokması beni rahatsız ediyor. Bir saçmalık var burada diyorum, insanlar insan gibi kokmuyor. Al işte, gerçeklik beynimin içinde bir kez daha parçalanıyor.

Önümdeki kahvenin kokusunu içime çekerek sakinlemeye çalışıyorum. O sırada gözüm çaprazdaki masaya takılıyor. Göz ucuyla bakmayı sürdürüyorum. Kişinin giydiği dapdar kıyafetler canımı sıkıyor. Gidip pantolonun düğmesini açıp “Hadi şimdi rahat nefes al” demek geliyor içimden. Fakat pantolon bacaklarını o kadar sıkıyor ki sadece düğmeyle olacak iş değil. Kan dolaşımın yavaşladığını hissediyorum. Önce açıkta kalan ayak bilekleri morarmaya başlıyor, sonra boynu ve yüzü. Dudakları mosmor artık, gözleri pörtledi. Bakın sağ gözü yere doğru sarkıyor. Saçları tutam tutam dökülüyor. Kafamı hızlıca bizim masaya çeviriyorum. Kahvenin kokusunu ilk defa gördüğüm harika bir çiçeği koklar gibi derin koklamaya çalışıyorum ki beyin sinyallerim kendine gelsin. Gözüm şimdi de yan masaya kayıyor. Işığın açısından kadının yüzündeki pudra parçacıklarını görebiliyorum. Sanki tüm gözenekleri çöl fırtınasında kalmış ve üstleri sıcak kumlarla kaplanmış. Çığlıklarını duyuyorum, kumda boğuluyorlar. Allah’ım çok acı çekiyorlar. Aslında kadın duysaydı gözeneklerinin çığlıklarını asla boğmazdı onları biliyorum, eminim. Ama çok ses var dışarıda. Kimse gözeneklerinin, ellerinin, kollarının dediklerini duyamıyor. Bütün dünya biraz sussa da hepimiz bir kendimize gelsek. Şu anki sisteme bağırasım geliyor. Bu kadar ışık, bu kadar ses, bu kadar yoğun kokular devamlı dikkatimizi dağıtıyor. Tam olarak neyi suçlayacağımı da bilemiyorum ama suçluyorum işte bir şeyleri. Gerçeklik elimizden alındı resmen? Büyük bir suç var ortada. İyi olup olmadığımızı anlamak için gözlerimizin içine değil eyelinerlarımıza bakar olduk. Ne ara oldu tüm bunlar? Ne ara makyaj yapmayanların pembe sağlıklı yanaklarını görmeyip hasta mısın, solgun görünüyorsun demeye başladık? Nasıl kabul ettik biz bu sahteliği? Ne ara mutlu görünüp görünmediğimizi dudaklarımızın kıvrımı değil de rujumuzun parlaklığı belirler oldu? Ne zaman şık giyimli kadınlara, adamlara mutlu denilmeye başlandı? Mutlulukla, şıklık ne ara eşitlendi? Gözlerimizin önünde mi oldu tüm bunlar? Cildin pürüzsüz olması gerektiğine ne ara inandırıldık? İdeal kilomuzu kim belirledi? Kokumuzu, kilomuzu, cildimizi ne ara tamamen kimya fabrikalarına teslim ettik biz? Gözlerim doluyor. Ağlasam ağlarım aslında. Ama sistem o zaman karşıma dikilip “Sana ne? Sen nasıl istiyorsan öyle yaşa. Sana karışan mı var?” demez mi? Derse de dimdik dururum karşısında “Evet, var” derim. “Bu kadar ışık, bu kadar ses, bu kadar hareket benliğimi bozuyor. Benim ruhumu, kalbimi, bedenimi mahvediyorsun. Suçlusun. Böyle hiç suçun yokmuşçasına ‘sen nasıl istersen yaşa’ diyemezsin bana.”

Ağlıyorum. Ben mi çok hassasım? Belki de herkes mutlu bu düzenden. Alışveriş merkezlerindeki parlak ışıklar, kozmetik mağazalarındaki yoğun kokular, kafelerdeki o yüksek sesli müzikler zevk veriyor belki de insanlara. Fazla düşünüyorum ben. Peçete veriyor Joy bana. Onun yanında neye ağladığımı açıklamak zorunda kalmamak beni rahatlatıyor. Bir şey sormuyor. Sadece cebinden yumuşak bir peçete çıkarıp bana veriyor. Sert peçetelerin burnumu acıttığını bilirdi. Demek ki yaptıklarımdan sonra beni hala unutmamış. Onun varlığını hissetmeyi ne kadar özlediğimi hatırlıyorum.

Kimi zaman uçabilen bir Balık


Görsel: https://tr.pinterest.com/pin/660129257899738523/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İÇİMDE BİR ZEYNA YAŞARMIŞ

SEVGİLİ İK, İLK DEFA KENDİMİ 10 YIL SONRA BİR YERLERDE GÖREBİLİYORUM

Yurttan Steele’ye Giderken Toprağından Geçmeme İzin Veren Orman’a