SEVGİLİ İK, İLK DEFA KENDİMİ 10 YIL SONRA BİR YERLERDE GÖREBİLİYORUM
İş
görüşmelerine giderken en korktuğum soru “10 yıl sonra kendinizi nerede
görüyorsunuz?” sorusuydu. 5 yıllık versiyonları da vardı bu sorunun “5 yıl
sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” İçimden inşallah sormazlar bunu diye
düşünürdüm. Her şeyi sorsunlar, n’olur bunu sormasınlar. Çünkü cevabı
kesinlikle bilmiyordum. Cevabın kendi içimde bir yerlerde olması lazımdı ama
bulamıyordum. İnsan kaynakları bu soruyu
sorduğunda şimdi hatırlayamadığım, genel, asla içimden gelmeyen, inanmadığım
şeyler söylerdim. Fakat hüzün verirdi bu soru bana. Dikkatim dağılırdı. Bedenim
görüşme odasında otururken, ben soruyu da alıp çıkardım odadan sanki. Sanırım bu kadar amaçsız olmak canımı
yakardı.
Bu sancı ilk ne zaman yerleşti içime hatırlayamıyorum. Aslında hep vardı da iş hayatına başladığımda görünür oldu sanırım. Ruhum mengeneyle sıkıştırılmaya başladı. Ne yapıyordum ben? Yıllarca hayalini kurup, gece gündüz çalışıp emek verdiğim iş bu muydu? Bu soru iş yerinde ilk kez yüzüme çarptığı an beynime girdi. Oradan göğüs kafesimin içine düştü. Mideme inip, oradaki asitler tarafından yok edilmesini beklerken kalbimin yörüngesine takıldı ve uzayda dönen göktaşları gibi dönmeye başladı içimde. Durmadı. Cevap bekledi devamlı. Israrlıydı. Boğazıma yapışıyordu bazen, “Söyle” diye sıkıyordu boğazımı, nefesimi kesene kadar. “Bu muydu hayalin? Bu muydu söyle?” Cevabı bilmiyorum ki söyleyeyim. Susuyordum sadece. Nefesimi kesmesini izliyordum. Bazen en güzel anlarımda göktaşının üzerindeki tozlar kaçıyordu beynime. Öyle bir anda bu sorunun nasıl geldiğini anlamıyordum. Göktaşının o tozları beynimin kıvrımlarına giriyordu. En mutlu anımda bile canımı yakıyordu. Ayıklayamazsın da. O beyin kıvrımlarına tek tek girip ayıklamak kolay mı o tozları. Her zaman hatırlatıyordu kendini. Bazen dikkatimi çekmek için o kadar hızlı dönüyordu ki, midem bulanıyordu. Keşke bir ameliyatla çıkarılabilseler şu soruyu içimden diye düşünüyordum. Ama o ne yapar eder, bir yolunu bulup yine düşerdi içime biliyorum. Beni öldürmeye ant içmiş bir seri katil gibi peşimde. O soruyla ayrılmaz bir ikili olmuştuk artık. Beni bitirene kadar peşimi bırakmayacağı belliydi, kahretsin bunu hissediyordum kaçış yoktu bana.
Düşünüyordum içimden. Bizim gibi çalışkan insanların kaç tane meslek hayali olabilirdi ki zaten doktor, avukat, mühendis. Tamam gayet güzel okullarda okuyup mühendis olmuştum ben de. Güzel firmalarda çalışmıştım. Yetmemiş üstüne yüksek lisans yapmıştım. Yetmemiş üstüne doktora yapıyordum şimdi. Tatmin hangi noktada gelecekti bana? Başardığımı ne zaman hissedebilecektim? Bir 10 yıldır bekliyorum da ben, herhangi bir his gelmedi henüz, yakın zamanda geleceğe de benzemiyor açıkçası. Ne hayal etmiştim küçükken acaba? Tam hatırlayamıyorum ama sanırım iyi okullara girmeyi hayal ettim. Sonunu pek düşünmeden. İyi okullarda okumak eşittir iyi bir gelecek değil miydi? Öyle öğrenmemiş miydik büyüklerimizden. Bunun hapsine girmemiş miydik hepimiz küçük yaşlarda. Anahtarı ailemizden, toplumdan alıp kendi ellerimizle kilitlememiş miydik kendimizi o hücreye. Başka çaremiz var mıydı onu da bilmiyorum. Belki bazı şeylere çok belli yeteneği olanlar sızıp kaçmıştı o demir parmaklıkların arasından. Bense asla çıkamıyordum. Şiştikçe şişiyordum içerde ve parmaklıkların arasından kaçmak iyice imkansızlaşıyordu. Bu cezaya mahkum olmuştum ben. Yaşam bu hapishane kadarsa burada mutlu olacaktım artık. Bunu deneyecektim, başka çarem var mıydı? Yüzüme kocaman bir sırıtma yerleştirdim. Mutlu hissedebilmek için, hapisteki lavabonun üstündeki o pis aynaya gülümseyerek bakmaya çalıştım her sabah. Dışarıdan gülümsemem nasıl görünüyordu bilmiyorum ama içimden baktığımda korkunçtu. Gülümsediğim için kendimden tiksiniyordum. Gözlerim aynaya tiksinerek bakarken, dudaklarımda koca bir gülümseme vardı. Bu alakasızlık, uyumsuzluk gerçekten korkunçtu ve midemi kaldırıyordu. Gülümsememek daha iyiydi sanırım. Hep oyunlar bulup, oyalamaya çalıştım kendimi. Tıka basa doymamıza rağmen “uçak geliyor bak” diye zorla yemek yediren anneler gibi zorladım kendimi. Kusturana kadar hem de. Oyunlarla kandırmaya çalıştım kendimi olmadı. Nasıl bir sancıydı bu. Nefret ettim kendimden, ailemden, toplumdan, bu düzenden. Eğitim adı altında bizi mahkum ettikleri bu hapislerden. Güle oynaya hapse giren o kızdan eser yoktu artık.
Yıllarca bir kadın olarak özgür hissedebilmek, kendi ayaklarım üzerinde sapasağlam durabilmek için çalışmıştım oysa. Hafta içi sabahın köründe amaçsız uyanırken, öğle yemeğimi acıkmasam bile hep 12’de yemeye kendimi zorlarken, ruhumun dinlenmeye ihtiyacı olduğunda onu fabrikaya gitmesi için yerlerde sürüklerken hiç de özgür hissedemedim kendimi. Gerçek özümü bulamadığım, kendimi yaptığım şeylere ait hissedemediğim için de hep titrek durdu ayaklarım. Sapasağlam basamadım yere. Verdiğim emekler sonucunda titrek ayaklı bir mahkum olmuştum. Bu titrek ayaklarla hapisten çıkmak iyice imkansızlaşmıştı içimde. Fakat bir gün "6 yaşındaki ben" olduğunu iddia eden bir kız girdi hücreme. Gardiyanı çağırdım hemen. Kim bu gerçekten öğreneyim diye. Gardiyan hücrede yalnız olduğumu söyledi. Korktum. Kafayı yemeye başlamıştım sanırım artık. O göktaşlarından gelen tozlar beynime mi yapıştı ne? Halüsinasyonlar görmeye başladım herhalde. Biz kızla başladık kavga etmeye, tanımam etmem manyak mıdır nedir? Bir de boyuna bakmadan sesi bir gür çıkıyor. Korkusuz, cevval bir şey. Zamanla tanıdıkça çok sevdim onu. Biraz hayran da olmadım değil. Benim titrek ayaklarımın yanında, onun sımsıkı yere basan ayaklarına özendim. Sonra temas etmeye başladık birbirimize. O benim yanaklarımı sevdi, ben onun ayaklarını. Bu kadar küçük olup, nasıl bu kadar sağlam basıyorlar yere diye düşündüm her sevdiğimde. Saçlarını okşarken cebinden bir anahtar çıkarıp, kalbimin üstüne koydu. Bazı zamanlarda kalbimden parlak bir top düşecekmiş mideme. O toptan kelebekler çıkıp içimi uçuracakmış ve bana bir hikaye anlatacaklarmış. “Duy onları” dedi. Sonra bir anda yok oldu.
Anahtarı
yatağın üzerinde unutmuştu. Elime alıp, kapıya doğru ilerledim. İçimden bir ses
bu anahtarın kilidi açacağını söylüyordu. Yerleştirdim ve anahtarı çevirmemle kilit
açıldı. İnanamıyorum, artık özgürdüm. Ayaklarımın adeta her hücresi yeri kavrıyormuş
gibi yürümeye başladım. Yeri tam anlamıyla hissediyordum. Güneş içime doğdu,
gözlerimi kamaştırdı. Gardiyan gülümseyerek bakıyordu bana. “Çıkış tarihin
geldi demek. 15 Eylül 2023 oldu mu ya? Ne hızlı geçiyor zaman” dedi. Gardiyanın
sakinliğine şaşırmıştım. Sonuçta onlara haber vermeden elimi kolumu sallayarak
çıkıyordum. “Siz kapıyı açmadan ben çıktım, farkında mısınız?” diye sordum.
Gardiyan bana şaşkınlıkla bakarak “Bizler kapıyı istesek de açamayız ki zaten. Anahtar
bizde değil. Sen benim kemerimde asılı bir anahtar gördün mü hiç? Kilidi sadece
çocukluğunuzda bulunan özel bir anahtar açabiliyor. Yedeği falan da yok.” dedi ve kafasını sallayarak diğer
hücrelerdeki insanları kontrol etmeye gitti. Durdum. Demek bugün 15 Eylül 2023’müş.
Bu tarihi asla unutmayacağım. Tutkumu bulup gerçek özgürlüğümü başlattığım gün.
İçimde dönen göktaşı, sorusuna cevap bulabildiğinden dolayı küçülmeye başladı. Küçülmeye
başladıkça yeterli kütle çekimi sağlanamadığı için kalbimin yörüngesine tutunamaz oldu. Ve pıt diye midemdeki asit denizine bıraktı kendini. Renk renk,
kocaman kelebekler uçuştu düştüğü yerde. O sevinçle kafamı gökyüzüne kaldırdım
ve “Sevgili İK, inanır mısın ilk defa kendimi 10 yıl sonra bir yerlerde
görebiliyorum” diye mutluluktan ağlayarak haykırdım.
Yorumlar
Yorum Gönder