BENİM VAROLUŞSAL BOŞLUĞUMDA KONUŞAN SANDALYELER, ÜŞÜYEN MUTFAKLAR VARMIŞ…
Birilerinin beğenmesine, konunun anlaşılabilir ve akıcı olmasına odaklanırsam içimdeki kelebekler küsüyor bana. Hikayelerine asla müdahale edilmesini istemiyorlar. Anlamayacak insanlar diyorum, bak bu karmaşık gelir, bir sırayla gidelim diyorum. Yok. İlla dediği gibi yazılacak her şey. Bu kadar narin olmalarına rağmen bu dik başlı tavırları şaşırtıyor beni. Pek anlam verebildiğim bir şey değil ama alttan alta hoşuma gidiyor. İçimde bir tırtıl misali yaşıyorlar. Kalbimde. Bir sıkıntı vermiyorlar bana. Sadece onların yaşadıkları yeri bulduktan sonra bir telaş oturdu yüreğime. Ya tüm tırtıllarımın kozadan çıkıp kelebek olduğunu göremezsem. Ya onların henüz bilmediğim hikayelerini duyamadan ölürsem. Belki de hayat amacını bulmak tam olarak da böyle bir şeydi. Hem ölümden korkmak hem de daha cesur davranmak. İnsana ölüm korkusu gelince içine kapanıp, daha ürkek olur aslında. Ama bu şimdiye kadar hissettiğim ölüm korkularından çok farklı, bambaşka bir şey. Bugün Nihan Kaya’nın bir konuşmasını dinledim. Orada kelimelerin dikey – yatay anlamlarından bahsediyordu. Bir örnek verdi. 3 yaşındaki çocuk düşer ve “dizim acıdı” der. Acı kelimesini bilinçli ve doğru yerde kullanmıştır. Fakat yıllar geçtikçe farklı acıları deneyimledikçe acı kelimesinin dikey anlamda bambaşka tanımlarını fark eder çocuk. Sanırım benim için de ölüm korkusunun yeni bir dikey anlamı oluştu. Daha önce hiç bilmediğim, ölüm korkusu olarak tanımlamanın doğru olduğu ama şimdiye kadar yaşadığım hiçbir ölüm korkusuna benzemeyen yeni bir ölüm korkusu. İnsanı ürküten bir yerden değil, tam tersi insana uçabilme cesareti veren bir yerden geliyor bu korku.
Hayat amacımı gerçek anlamda ilk ne zaman sorguladığımı biliyorum. Yani en azından hatırlayabildiğim en kuvvetli ilk sorgulamam buydu. Nietzsche’nin “Böyle Söyledi Zerdüşt” kitabını okuyordum. Kitapla ilgili bir şeyler araştırırken “Nietzsche Ağladığında” kitabından bir konuşma çıkmıştı önüme.
Nietzsche: Sana nasıl farklı yaşayacağını söyleyemem. Söylersem yine başkalarının tasarladığı bir hayatı yaşıyor olursun. Belki sana bir hediye vermeliyim, “bir düşünce”. Ya sana gelip de bir şeytan şu an yaşadığın hayatı geçmişte de yaşadığını, sayısız defa tekrardan yaşayacağını ve yeni hiçbir şeyin olmayacağını söylese? Hayatındaki her acı, zevk kelimelerle anlatılamayacak kadar küçük veya büyük şey sana tekrardan dönecek. Aynı sırayla, aynı gidişatla tekrar tekrar... Tıpkı, tıpkı kum saati gibi. Sonsuzluğu düşün... Seçtiğin her eylemi, her zaman seçme ihtimalini düşün... Bütün yaşanmamış hayatın içinde kalacak. Yaşanmamış, sonsuza kadar... Fikir hoşuna gitti mi? Yoksa nefret mi ettin?
Şoka girmiştim. Baya donup kalmıştım bunu okuduğumda. Çünkü Nietzsche’nin iddia ettiği fikirden nefret etmiştim. Çok uzun bir süre kitap okumadım, sadece bunu düşündüm. Yıl 2018’di. Hep düşündüm bunu. En acısı da Nietzsche’nin bu fikrinin hoşuma gitmesi için nasıl bir hayat yaşayacağımı bile bilmiyor oluşumdu. Acizdim. Nasıl bir hayatın tekrarı beni mutlu ederdi acaba? Tam anlamıyla varoluşsal bir boşluk içindeydim.
Şimdi o varoluşsal boşluğun içinde yıldızlar, zaman yolculukları, konuşan sandalyeler, tanrısını sorgulayan bavul tekerlekleri, buharlaşırken acı çeken su damlaları, üşüyen mutfaklar var. Yaşadığım boşluğun büyüklüğünü şimdi daha iyi görebiliyorum. Koskocaman bir evren eksik kalmış içimde. Koskocaman, rengarenk bir evrenin yoksunluğunu hissetmişim yüreğimde.
Aslında insanın hayat amacını bulmaya yardım edecek bir soru var. Eve bir hırsız girdiğini düşünün, elinde silah var ve silahı sizin başınıza dayadı. “Hadi söyle” dedi “Seni neden öldürmemeliyim? Beni seni öldürmemem için ikna et”. Hırsıza cevabınız ne olurdu? Bu soruyu Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı”nda mı gördüm, yoksa kitabı okuduktan sonra ben mi böyle düşündüm, hatırlayamıyorum. Kitap da yanımda olmadığı için kontrol edemedim. Ama güzel soru değil mi? Herkesin kesinlikle bir cevabı var aslında bu soruya, yüreğinin fısıldadığı. O cevapla geldik dünyaya çünkü. İşte insan diğer sesleri susturup, o fısıltıyı duyabildiğinde kendini gerçekten bu dünyaya ait hissediyor. Yeni doğmuş bir bebeğin ellerini, ayaklarını incelemesi gibi hayranlıkla kendi ruhunu inceliyor. Varlığını fark ediyor. Tadından yenmeyecek bir ölüm korkusu gelip oturuyor içine ve bu hayatı sonsuz kere tekrardan, tekrardan ve tekrardan aynı şekilde yaşamak istiyor.
Not: Spotify’da yukarıda bahsettiğim konuşan sandalyelerin, üşüyen mutfakların hikayelerini anlatıyorum. Podcastin adı “Kendime Sesli not”. Dinlemek isteyenler için link:
https://open.spotify.com/show/3Bz8Pcgb8M7VmLWFeYeHSU
Kimi zaman uçabilen bir Balık
Yorumlar
Yorum Gönder